Die Gaste, SAYI: 9 / Eylül-Kasım 2009

Söyleşiler I


Koral OKAN



Biri: ... yani siyasi işlevinden... Buraya nerden geldik, nereye gidiyoruz...
Öteki: Nereye gideceğimiz önemli. Ama “nerden geldik” derken ne kadar öncesine gideceğimizi de saptamamız lazım. Nereye gideceğimizi tahmin etmek için, geçmişi bilmemiz gerekmiyor mu? Önerim, sosyal yaşamın ilk kanıtlarına kadar gitmek, konuyu oradan alıp bu tarafa getirmek.

   
    Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanat ve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunların siyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ile Öteki, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimler önemli değildir, sadece içerikler anlam taşıyacaktır.
   
     
     
    Biri (der ki) : Merhaba... Bir söyleşi de biz yapalım...
    Öteki : Merhaba... Memnuniyetle. İstersen, gel, sanatın sosyal işlevinden bahsedelim...
    Biri: ... yani siyasi işlevinden... Buraya nerden geldik, nereye gidiyoruz...
    Öteki: Nereye gideceğimiz önemli. Ama “nerden geldik” derken ne kadar öncesine gideceğimizi de saptamamız lazım. Nereye gideceğimizi tahmin etmek için, geçmişi bilmemiz gerekmiyor mu? Önerim, sosyal yaşamın ilk kanıtlarına kadar gitmek, konuyu oradan alıp bu tarafa getirmek.
    Biri: Eh, öyle olsun...
    Öteki: O zaman, halkımızın yaşadığı bölgeyi ve çevresini konu edelim.
    Biri: Yani Anadolu, Trakya ve çevresi olarak da Yunan ve Mezopotamya halklarını mı kastediyorsun,
    Öteki: ...evet,
    Biri: ... ve “sosyal yaşamın ilk kanıtları” dedin, yani tarih biliminden mi bahsedeceğiz?
    Öteki: Sadece o değil, sözcük anlamı “efsane bilimi” olan “mitoloji” de var. Her halkın, çeşitli efsanelerini, destanlarını, kahramanlık öykülerini, inanç sistemlerini, tanrılarını, masallarını, insanlarının yaşam şekillerini, söylencelerini barındıran mitoloji... Kendi çağımızın uygarlığında sanata ve felsefeye bir göz atarsak, hemen her alanda (resim, heykel, müzik, tiyatro, edebiyat...) mitolojiyle burun buruna geliyoruz. Bu yüzden istiyorum ki mitolojiyi bilelim. Mitolojiyi, hayatı anlayabilmenin ve yorumlayabilmenin yöntemlerinden biri yapalım.
    Biri: Yani, mitoloji bir bilim mi?
    Öteki: Mitoloji kelimesi, Yunanca hikaye, efsane anlamına gelen “mit” kelimesi ile, söz veya anlatı anlamına gelen “logos” kelimesinden oluşmuştur. Mitler genelde sadece efsane ya da hikaye olarak görülse de, gerçekdışı ve metafiziksel yönlerinin yanı sıra, yazıldıkları dönemin inanç sistemini de tanımlarlar. Eski inanç sistemleri, ortaya çıktıkları dönemin (veya dönemlerin) sosyolojik, dilbilimsel ve sanatsal yapısı hakkında geniş bilgi sunarlar. Bu nedenle mitler ve mitoloji, tarihi anlamak konusunda büyük öneme sahiptir. İlkçağ, yani Antik felsefenin tam anlamıyla etkisi başlamadan önce, her toplumun bir yandan birtakım dini tasarımları –mitosları, efsaneleri– öbür taraftan da birtakım tarihi bilgileri vardı. Bu mitoslara, köklerinin tanrıda olduğuna inanıldığından dogmatik olarak inanılırdı. Mitolojide “Evren nasıl oluştu? İnsan nasıl ortaya çıkmış?” gibi sorulara cevaplar vardır. Önceleri bu cevaplara oldukları gibi hiç kuşku duymadan inanılırdı. Fakat öyle bir zaman geldi ki, insan, bu sorular üzerine düşünmeye başladı. İşte “felsefe”nin ortaya çıkmasında da bu “düşünme edimi” yatar. Mitolojinin verdiği cevaplar insanın merakını tatmin edemez hale gelince o sorular üzerine düşünülmeye, onlara akıl yoluyla cevaplar aranmaya başlanmıştır. Mitoloji, belki de, hem bir efsane, masal bilimidir, hem de tarih bilimine aittir. Masaldır, olgular dünyasında olmayacak kahramanları ve olay örgüleri vardır. Bilimdir, insanoğlunun bilinç veya biliçdışı yapılanmasının örneklerini taşır mitoloji kahramanları ve mitolojik olaylar. Örneğin Tevrat’tan, (Tevrat’ı da bir masal kitabı sayarsak) önceki döneme ait bir çok coğrafi bölge ve topluluk isimlerini öğreniyoruz. Tevrat tamamıyle Mezopotamya söylencelerinin asimile edilmiş halidir. Sümerlerin yaratılış hikayelerinden tutun da Gılgamış Destanı’na kadar bir çok söylence Tevrat içerisinde asimileye uğramıştır. İnsanın balçıktan yapılma hikayesi tamamıyle Sümerlere aittir.
    Biri: Gılgamış, tarihte adı geçen ilk mitolojik insan kahramanı...
    Öteki: Gılgamış’ın, bugün Irak’ta bulunan Uruk (Tevrat’ta Erek olarak geçiyor) şehrinin yarı insan yarı tanrı olan kralı olduğu düşünülüyor. Yarı hayvan yarı insan olan Enkidu’nun, yarı tanrı yarı insan olan Gılgamış ile birlikte insanlaşma çabasını anlatıyor Gılgamış Destanı. Ama Gılgamış’ın öyküsü, tamamıyle ölümsüzlük otu arayışı üzerine kurulmuştur. İnsanoğlunun hayatında bir kesinti olan ölümü yenmek için insanlar Gılgamış’ı yaşam otunu aramaya göndermiştir. Ne yazık ki Gılgamış tam yaşam otunu ele geçirmişken elinden kaçırmıştır.
    Biri: Hep, ölüme çare bulmak...
    Öteki: Evet, mitolojik olay örgüleri tamamıyle güç üzerine kurulmuştur. Gerçek yaşamda kendi güçsüzlüğünün farkına varan insanoğlu, güçlülüğü tanrılara atfederken kendinde olmayan özellikleri yarattığı tanrılara atfetmiştir.
    Biri: Tıpkı çağımızdaki gibi...
    Öteki: Aynen... İnsanoğlunun kafasında ölüm hep bir muamma olarak kalmıştır. İnsanoğlu yaşam denen mecrada ölümsüzlüğü hep anlarda tadar.
    Biri: Bunlara Ege mitolojisinde de raslıyoruz. Hem, sözcüğe yabancı olmayanlara ilk çağrışım yapan Ege, yani ağırlıklı olarak Yunan mitolojisi değil mi?
    Öteki: Doğru, bunun böyle olması, birçoğunun şimdi bizim topraklarımız olan Trakya ve Batı Ege’de geçmiş olmasındandır. Bu yüzden, biz bu mitolojilere de, Anadolu mitolojisi olarak sahip çıkıyoruz.
    Biri: Ege mitolojisinden bahsettiğinde, aklıma hemen Ege tragedyası geldi. Tarihin bu ilk tragedyalarının konu kaynağı mitoloji değil mi?
    Öteki: Aynen öyle. Zaten efsaneler Yunan şiirinin de kaynağı olmuştu.
    Biri: Tragedyayı biraz açsak nasıl olur? Böylece asıl konumuza yaklaşmamız kolaylaşacak gibi...
    Öteki: Tabii, ben de buraya gelmek istiyordum. “Tragedya” sözcüğü, Yunanca “tragoidia”dan gelir; tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle “keçilerin türküsü” anlamına kullanılır.
    Biri: Tragedyanın ortaya çıkış koşullarını anlatabilir misin?
    Öteki: Bunun için, Zubritski, Mitropolski, Kerov’un “İlkel, Köleci ve Feodal Toplum” adlı yapıtından faydalanabiliriz: Yunanistan’da verimli topraklara sahip olmayan, ama gümüş, iyi cins kil, büyük mermer yatakları bakımından zengin olan Atina, zanaatçılık ve ticaretini çabuk kurdu. İyi limanlara sahip oluşu, denizciliğin ortaya çıkmasını kolaylaştırdı. Başlangıçta, yargıçların, rahiplerin ve askerî şeflerin görevlerini de kral (basileus) üzerine alıyordu. Kral, başkenti Atina olan Attika’yı yönetiyordu. Ama ekonomi geliştikçe iktidar, Öpatridlere, yani ileri gelen toprak sahiplerine geçiyordu. Halkın, yani demosun, bu değişiklikten kazanacağı bir şey yoktu. Öpatridler, Attika’nın en iyi topraklarını ele geçirdiler. Değişim genişliyor, tefecilik ortaya çıkıyor, borç karşılığı köleleşme yaygınlaşıyor, toplumsal savaşım keskinleşiyordu. Efsaneye göre, MÖ 621’de, Drakon, aşırı bir gaddarlığın yasalarını yayınlıyordu. Bu yasalar, özel mülkiyeti savunacak, ona zarar verenleri hiç acımadan cezalandıracaktı. Ama MÖ 6. yüzyılın başlarında, köleleşmiş olan halk içindeki karışıklıklar ciddileşiyordu. Aristokrasi, ödün vermek zorunda kaldı, çünkü hoşnut olmayanlar arasında zengin tüccarlar ve zanaatçılar da vardı. Bunlar, serveti ellerinde tutuyorlardı, ama pratikte, Areopaja (bilginler, yargıçlar meclisine) ve Yaşlılar Konseyi’ne ait bulunan iktidardan uzaklaştırılmışlardı. Tüccarlar, iktidarın, halkın dinsel törenlerini denetleyerek ellerinde tuttukları etkin gücü hesaba katmamışlardı. Sonra, akıllıca bir taktikle iktidarın dinsel gücüne saldırmadan, halkın sevdiği ve halka daha yakın yeni bir kaynağı bulmuşlardı: Dionysos...
    Aklımdayken hemen söyleyeyim, Dionysos hakkında başka bir kez bir söyleşi daha yapmamız gerekecek.
    Akıllı tüccar sınıfı, Dionysos adına törenler düzenlemeğe başlayınca, törenler halk tarafından çok çabuk duyulmuş ve yaygınlaştırılmış, böylece Dionysos Şenlikleri başlamıştı... Atina’da devlet, giderek tiyatro özgürlüğünü kısıtlamak şöyle dursun, bu oyunların oynanabilmesi için ödenek ayırırmış. Yani tiyatronun yapısındaki yüzlerce değişiklik ve gelişme ile geldiği günümüzde yaşananlara bakarsak, ülkemizde tiyatroya devlet tarafından ayrılan bütçe herhalde o günün şartlarıyla Antik Yunan’da ayrılan bütçeden daha az...
    Biri: ... ve günümüz ülkemizde oyunun ismi yüzünden oynanması yasaklanan onca oyun, tiyatroların ödeyemedikleri sahne kiraları, hatta kendi ceplerinden yaptırdıkları dekor ve kostümler var...
    Öteki: Bir siyasal zorlamanın getirdiği tragedya, mitolojiye yeni bir soluk getirdi ve geniş bir ufuk açtı. Çünkü mitolojide idealize edilerek ya da süslenerek anlatılan olaylar ve bu olayların içindeki kahramanlar tragedya sanatı yoluyla Atina halkının özelliği ve tavrı oluverdi; efsaneler yoluyla önemli gerçekler üzerinde duruldu.
    Biri: Yani mitoloji ve tragedya, halkın eğitimi için en önemli unsurlardan biri haline mi geldi?
    Öteki: Evet, gerçekten de öyle. Tragedya oyunu hem yaşam gerçeğine benzemeli hem de akla ve mantığa uygun gelmeliydi. Yapıtlarda oyun kişisinin iç çatışmalarına yer verilmekte, karmaşık olan insan doğası hakkında çok yönlü düşünme sağlanmaktaydı. Kahraman konumundaki oyun kişisi, verdiği kararla ve ve yaptığı eylemlerle sıra dışı bir duruma yol açıp tartışma başlatmaktaydı. Ve yerleşik dengelerin ve sınırların zorlanması üzerinde durulan bir olguydu. Koro, olaylara tepkisi, açıklama ve yorumlarıyla seyircinin düşüncesine yön vermekte, ayrıca tipler aracılığı ile sınıf ve zümre eleştirisi yapılabilmekteydi.
    Biri: Yani koro, bir anlamda, çağımızdaki kamu oyunun medyaya yansıması gibi bir şey mi?
    Öteki: Karşılaştırma pek doğru değil. Koro, kentin ihtiyarları ve kadınlarından oluşuyor ve olaylara hiç karışmıyor, olup bitenlere seyirci kalıyordu.
    Biri (Gülümser): Şimdiki iktidarların istediği gibi... Ayrıca bildiğim kadarıyla, oyunda bir kral, hiçbir zaman kötü özellikleriyle tanıtılamazmış...
    Öteki: Tragedyanın bir siyasal zor unsuru olduğunu görüyoruz. Yerleşik dengeler ve sınırların zorlanmasının “söz konusu” olmasına karşın, kralların hükümdarlık pelerininin altından tanrılar sopa göstermektedir. Tümel bilgi insandan esirgenmiştir, bütün bakış açıları kısmidir ve kesinlikle bu yüzden “beşer” şaşmaya yazgılıdır. Bu kurucu ilke, Antik Yunan tragedyalarının dokusuna öylesine sağlam biçimde işlenmiştir.
    Biri: Yani tragedya, siyasal oluşumların geçmişini izleyebileceğimiz ve de dersler çıkarabileceğimiz bir türdür...
    Öteki: Kuşkusuz böyle. Ve daha ötesi de var. Tragedya bize, insanın ve tiyatronun insanlık tarihindeki maddi üretim koşullarının tarihi ile birlikte ve ona tabi olarak gelişmekte olduğunu göstermektedir. Ve giderek, şu arzuyu dile getirmek istiyorum: Günümüzde tragedya, eski tarihsel bir döneme ait, yaşamsallığını yitirmiş bir gösterim biçimi olarak değil, bugün halen geçerliliğini sürdüren insan varoluşuna özgü temel kavram ve çatışmaların tartışılabildiği, siyasi olarak açığa çıkarılabildiği bir oyun alanı olarak işlev görmelidir. Bunun için de sosyal görevlerinin bilincinde olup “tiyatro toplum içindir !” diyebilecek tiyatro insanlarına gereksinimiz var.
    Biri: Çok doğru. Söyleşimizi bugünlük bitirelim artık. Sağlıcakla kal.
    Öteki: Sağlıcakla kal.

02.11.2009