İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 19 / Kasım-Aralık 2011

Sempozyum ‘11
II. Oturum

Göçmen Topluluklarının Eğitim ve (Ana) Dil Öğrenim Anlayışları ve Deneyimleri
(Özet)

Sempozyum 2011



    Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Gülsün Leyla Uzun sunumuna “entegrasyon” tartışmalarında, ağırlıklı olarak devletlerin ideolojik, sosyolojik, politik seçimlerinin söz konusu olduğu vurgusuyla başladı.
    Bir insanın belirli bir türde ikidilli olması gerektiğine ve her ikidilli ortamın ikidilli gelişim için yeterli olamayacağına dikkat çeken Prof. Dr. Gülsün Leyla Uzun, dilbiliminde, bilişsel yapılanış açıdan ikidillilik türleri ve dil beceri düzeyi açısından ikidillilik türleri olmak üzere iki gruba ayrıldığını belirterek, bilişsel olarak bileşik, sıralı ve alt sıralı ikidililik konusunda bilgiler sundu:
    “Günümüzde de çok sayıda, örneğin Türkçe-Almanca ikidillilere baktığımızda çok sayıda bileşik ikidilli var. Onların özellikleri şunlar: Tek bir anlam dizgesi geliştiriyorlar. Bu anlam dizgesi, yani dünyayı anlama, anlatma ve kavrama yapısı, tek bir dizge var. Bu anlam dizgesiyle iki dili birden yönetiyorlar. Yani tek bir anlam dizgesi, ama iki dilin kodu. Burada, aslında yüksek çaba söz konusu. Bileşik ikidillilerin hangi koşullarda ortaya çıktığına baktığımızda, Avrupa örneğini ve Almanya örneğini düşünebiliriz. Tek bağlamda, aynı bağlamda iki dili birden ediniyor bu çocuklar. Oysa burada hemen altını çizmeliyim, fiziksel ortam aynı dahi olsa da dillerin kendi özerk bağlamlarının olması çok önemli, beynin bilişsel gelişimi için. Bu açıdan bakıldığında ikidilli zeminlerde, bileşik ikidilliler çok kolay ortaya çıkabiliyor. Bileşik ikidilliler bilişsel açıdan gerçek ikidilli değiller, bu çok önemli. Sıralı ikidillilik, burada beyin iki ayrı anlam dizgesi, iki ayrı anlamlar dünyası geliştiriyor ve her biri ilgili dille ilişkileniyor. Dilbilim literatürü açısından baktığımızda hedefimiz bilişsel olarak sıralı ikidilliler yetiştirebilmek. Gerçek ikidillilik, bilişsel avantajları açısından sıralı ikidillilik söz konusu olduğunda ortaya çıkabiliyor. Alt sıralı ikidillik ise, örneğin, Almanya’daki birçok Türk çocuğu için baskın dil Almanca olduğundan, tek bir anlam dizgesi, onun yönettiği bir dil Almanca ve ona eklenen, onun kuyruğunda hareket eden, yani alt sırada yer alan Türkçe söz konusu. Alt sıralı ikidillilik durumunda, dil beceri düzeyleri açısından baktığımızda genellikle ilk dilin, anadili, zayıf dil olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla dil beceri düzeyi çok düşük, konuşma, anlama, dinleme, yazma becerileri çok kısıtlı. Kısıtlı beceri olduğu için kişiler kendilerini bu dille yeterince anlatamıyor ve doğal olarak da bu dili daha az kullanmayı istiyor. Alt sıralı ikidilli yetiştirdiğimiz sürece, ortamın gereği, genellikle ilk diller bu pozisyonda kalacağı için ev dili olarak, ev ile sınırlı dil olarak da kalıyorlar. Bizim için çok önemli olan, entelektüel dil konumuna geçme şansları hiç yok. Entelektüel dil, okulda öğretilen kavramların istendiğinde bu dilde de tartışılmasını gerekli kılıyor. Ama daha baştan bu anlamda bir sınırlama var. İkidilli ortamda doğmuş hiçbir çocuk bunlardan hangisi olacağı konusunda karar veremiyor. Zemin, yaşanılan koşullar söz konusu çocukları bileşik ikidilliler yapabiliyor bilişsel olarak, sıralı iki dilli de yapabiliyor, alt sıralı ikidilli de. Ancak bu çocuklar bu durumun sonuçlarının doğrudan mağduru durumundalar. Bir alt sıralı ikidilli çocuğun okul başarısıyla, yaşam başarısıyla; bir sıralı ikidilli çocuğun okul ve yaşam başarısı aynı değil.”
    Bu bilişsel düzeyin dil davranışına nasıl yansıdığına bakıldığında, okuma, dinleme, anlama ve yazma açısından dengeli ikidilliliğin söz konusu olacağını belirten Prof. Dr. Gülsün Leyla Uzun sözlerini “Dengeli ikidilliler ancak sıralı ikidillilerden ortaya çıkabiliyor. Bu çok önemli. Bir çocuk bilişsel açıdan sıralı ikidilli ise dengeli ikidilli olma şansı elde ediyor. Dengeli ikidilliler, iki dili de üst düzey beceri ile kullanabilirler. Ve onlar, aslında dünyanın istediği ikidilliler, devletlerin istediği ikidillier olmayabilirler. Ama dünyanın istediği onlar. Öte yandan baskın ikidilliler, bileşik ikidillilik durumunun sonuçları olarak ortaya çıkıyorlar. Baskın ikidillilere baktığımızda, onların bir dili daha iyi kullandığı diğer dili çok daha az iyi kullandığını görüyoruz. Sınırlı iki dilliler ise aslında her iki dili birden yeterince beceri açısından kullanamayan bireyler. Sınırlı ikidillilik çok ciddi anlamda dikkate alınması gereken bir görünüm, çünkü Almanya’da, Belçika’da, Fransa’da,
    Hollanda’da veya Türkiye’de pek çok çocuğun sınırlı ikidilli olduğunu ve hiçbir dilde kendini yeterince dile getiremediğini görüyoruz. Ve biz, bu çocukları aslında politik tercihlerimizle, siyasal kimliklerimizle ve anne-baba cahilliğiyle üretiyoruz. Bu çok önemli. Dilbilimsel olarak hedef, sıralı ikidilliler oluşturmak bilişsel olarak, bunların dengeli ikidilliler olarak ortaya çıkma şansını yaratmak ve bu şansı yaratırken de çocukların sonraki haklarını ellerinden almamak, bu çok önemli. Bunları istememiz yeterli değil, bunların gerçekleşebilmesi için belirli pedagojik ortamlar gerekli. İşte burada devlet, siyaset ve politik tercihler devreye giriyor. Siz ne yaparsanız yapın, şu özelliği taşımayan bir ortamda sıralı ikidilli ve dengeli ikidilli yetiştiremiyorsunuz. Bu nedenle ikidilli dil ediniminde ve öğretiminde pedagojik yaklaşım çok önemli.” diyerek tamamladı.
    Yıllardır Türkçe konusunda çok büyük mücadeleler verildiğini, ancak anadili veya Türkçe eğitimine karşı tutumların bilimsel veri eksikliği ve politik gerekçelendirmelerle karşı çıkıldığını, dillerin yasaklandığını, bunun yanı sıra kuramsal bilgiler ve uygulamalar arasında sürekli bir tutarsızlığın değişmeyen bir gerçek olduğunu belirten Doç. Dr. Kutlay Yağmur (Tilburg Üniversitesi/Hollanda) “Dillerin eşit olmadığı konusu bir gerçek. İnsanların algısı doğrultusunda, insanlar dilleri eşit olarak algılamıyorlar. İspanyolcanın Avrupa’da iyi bir statüde olduğu tartışıldı sabahki oturumda, fakat ABD’nin Kaliforniya Eyaleti’nde, bu özgürlüğe çok düşkün Amerikalılar İspanyolcayı yasaklamışlardır. İki dilde eğitim anayasa maddesiyle 1998 yılında orada yasaklanmıştır. ABD insan hakları ve özgürlükler konusunda güya öncülük yapmaktadır, her tarafa özgürlük ihraç ediyorlar bildiğiniz gibi. Irak’a, en son Mısır, Libya. Fakat kendi ülkelerinde İspanyolca –36 milyonun anadilidir– kamuya açık yerlerde yasaklanmıştır. Dolayısıyla diller arasındaki eşitsizlik, İspanyolca burada iyi bir konumda olabilir, ama Amerika’da çok zayıf bir konumda, çünkü fakir göçmenlerin dili. Bu işin özünde ulus-devlet ideolojisi ve tehdit algısı var. Ulus devletler kendi egemenliklerini sürdürebilmek için politik olarak elbette azınlık dillerinin yaşamasına fazla sıcak bakmamaktadırlar. Tüm tartışmanın özü de budur.” dedi.
    Hollanda örneğinde dil politikalarının nasıl oluştuğunu, izlenilen stratejiler ve sivil toplum örgütlerinin anadili konusundaki rolü ve kurumsallaşmanın önemine vurgu yapan Doç. Dr. Kutlay Yağmur sözlerini şöyle sürdürdü: “Hollanda hükümeti 2004 yılında Türkçe derslerini kaldırırken üç tane neden sıraladı. Birincisi, anadili dersleri uyumu engellemektedir. İkinci nedenleri, ‘anadili derslerinin ikinci dil edinimini desteklediğine ilişkin bilimsel veri yoktur’ dediler. Bu bahane, bilimsel hiçbir temele dayanmayan bir bahanedir. Zaten Batı Avrupa’da doğru dürüst bilimsel araştırma, tartışma yoktur. Yapılan araştırmalar ve tartışmalar Amerika’da, Kanada’da, Avustralya’da yapılan araştırmalardır. Ulus devlet ideolojisinin güçlü yanından dolayı Batı Avrupa’da zaten iki dilde eğitim kavramı gelişmemiştir, yoktur. İngilizce Almanca, İngilizce-Hollandaca vardır ama Türkçe-Almanca, Türkçe-Hollandaca ikidilli eğitim konusunda yetkin ikidilli programlar yoktur. Dolayısıyla da siz bu konuda veri elde edemezsiniz, veri sunamazsınız. Üçün-cü gerekçelerine bakarsanız, anadili dersleri zaten çok niteliksiz yapılıyordu ve öğretmenlerin çoğunun zaten uygun bir öğretmenlik ‘diploması’ bile yoktu! Eğer sokaktaki bir insan bunu söylerse, biz bunu hoş karşılayabiliriz. Ancak bunu söyleyen Eğitim Bakanlığı olduğu için, dönerler adama sorarlar. Derler ki, ‘Bu öğretmenleri işe alan sen değil misin?’. Madem bu öğretmenlerin uygun diploması yoktu, bunları zamanında neden işe aldınız. Demek ki, Hollanda zamanında bu işi yaparken, fazla ciddiye almadı. Her önüne geleni öğretmen olarak aldı. Biz Türkçe derslerinin kaldırılacağını anlayınca eyleme geçtik. Kimler eyleme geçti, Türk toplumunda akademisyen olarak çalışan insanlar bu haksızlığa boyun eğmek istemediler. Biz buna gözümüzü kapatmak istemedik. Biz, nasıl olsa üniversitelerde işimiz var, maaşımız da iyi, bu işe gözümüzü kapatalım, Hollanda devletiyle de çatışmayalım demedik! Bir bilgisayar yazılım mühendisi profesör, bir mimar profesör, iki doçent arkadaş ve İstanbul Üniversitesi’nden bir rektör arkadaş, farklı siyasi görüşlerden, farklı gruplardan insanlar, bir bil-diri yayınladık. Bir manifesto şeklinde. Ve Hollanda Türk toplumunu eyleme davet ettik. İlk toplantımızı 15 Şubat 2004’te Twente Üniversitesi’nde gerçekleştirdik. Basın buna ilgi gösterdi. ‘Çalıştaya tamam, Türkçeye devam’ dendi. ‘Madem Hollanda Türkçe derslerini vermeyecek, madem onlar finansal ödeneği kesiyorlar, biz Türk toplumu olarak bunu organize edebileceğimizi gösterelim ve sonra Hollanda devletini, hükümetini bu işe devam etme konusunda zorlayalım’ düşüncesiyle yola çıktık. Türkleri bir araya getirmek kolay değildir. Aziz Nesin’in bir benzetmesi vardır: ‘Her hayvanın kılından faydalanabilirsiniz ama Türklerin kılı domuz kılına benzer, onun için onları bir araya getirmek zordur’. Bizi bir araya getirmek zordur.”
    Gönüllü insanların girişimleriyle oluşturulan ulusal örgütlenme modeli doğrultusunda Şubat 2005’te ülke genelinde 3.500 Türkiyeli öğrenciye Türkçe dersi verilmeye başlandığını ifade eden Doç. Dr. Kutlay Yağmur, “Çok başarılı bir şekilde bu iş giderken, anne-babalar bu işi ele almışken, 300 çocuk bir şehirde Türkçe eğitimi alırken ve biz Hollanda hükümetinden beş kuruş istemezken, bizim Türkçe dersimizi engellediler! Bu dört yıllık mücadelenin sonuçları açısından şöyle diyebilirim: İnsanların mücadele gücüyle ve sinir katsayısıyla eş orantılı olarak Türkçe dersleri dört-beş yıl devam etti, fakat sonuçta kapanmak zorunda kaldı. Neden? Gönüllü insanlarla çalıştığımız için bu insanlar bu mücadeleyi sürdüremediler. Toplumda sadece bir avuç insanlar bu işe sahip çıkıyor. Din derseniz, camii yaptıracağız derseniz milyonlarca Euro’yu bu toplum topluyor. Ama anadili derseniz hiç kimsenin umurunda değil! Dolayısıyla biz öyle bir toplumda yaşadığımız için Türkçe mücadelesi vermek, bu toplumda çok zor.
    Gönüllü çalışmanın çok zor bir çalışma yöntemi olduğunu öğrendik. Ve sizler de, bunu çok iyi öğrenin lütfen. Kurumsallaşma olmadan, kurumsal bünyeler olmadan bir Eğitim Bakanlığı’nın yürüteceği çalışmayı siz üstlenmeye kalkarsanız, elbette yenilgiyle sonuçlanıyor. Dolayısıyla Almanya için çıkan mesaj şudur: Almanya eğitim daireleriyle, bakanlıklarıyla mutlaka el ele bir ilişki içinde çalışmak zorundayız. Bunun entegrasyona kesinlikle karşı bir eylem olmadığını, kendi dilini iyi bilen insanlar ikinci bir dili de çok iyi öğrenirler diyoruz. Fakat aidiyet duygusu, güvenlik duygusu, özbenlik duygusu da çok önemlidir. Bu entegrasyon dediğimiz ne idüğü belirsiz kavramla çelişen hiçbir şey yok” dedi.
    Hürriyet gazetesi adına konuşan Tuncay Yıldırım, Almanya’daki Türkçe yazılı ve görsel basın tarihinden örnekler vererek konuşmasına başladı. “Türkçe bilgi almak o dönemdeki insanlar için çok önemliydi. 1961’de gelen Türkler Türkiye ile olan bağlarını hiç koparmadılar. Tam tersine çok güçlüydü o bağlar. Tanık olmuşsunuzdur belki Hürriyet gazetesinde yılbaşından itibaren göçün ellinci yılı nedeniyle röportajlar yapıyoruz. Buraya gelen göçmenlerin anılarını yayınlıyoruz. Oradan edindiğimiz bilgilere göre o dönemde Türkler daha çok tren istasyonunda bir araya gelirlermiş, Yozgatlıların yeri belli olurmuş, Van’dan gelenler, İstanbul’dan, İzmir’den gelenler… Burada buluşup sohbet ederlermiş. Memleketten en son gelen kişiler Türkiye’deki olup biten olayları anlatırlarmış ve yanlarında gazete getirirlermiş. Gazete elden ele dolaşırmış. İşte bu gereksinimden dolayı Almanya’ya önce uçakla gönderilmeye başlanmış, daha sonra teknik olarak mümkün olmadığı için sayfaların negatifleri uçakla gönderilmiş, burada basılmış. Daha sonra gereksinim o kadar artmış ki, burada redaksiyonlar kurulmaya başlanmış ve artık burada yayınlar yapılmaya başlanmış. Aradan bunca yıl geçmiş yaklaşık kırk beş elli yıl ve bugün hala Türkçe yayınlanan gazeteler var. Birçok gazete kapanmış, Akşam gazetesi kapanmış, yayın hayatına son vermiş. Daha sonra Tercüman gazetesi çok etkili olmuş Almanya’daki Türk toplumu arasında, o da uzun bir süredir piyasada yok. Günaydın gazetesi gelmiş, Sabah birkaç kez gelmiş, gitmiş. İşte, Hürriyet en baştan bu zamana kadar yayın hayatını sürdürüyor.”
    Göçmenlerin bilgi alma gereksiniminin zamanla değişime uğradığını belirten Tuncay Yıldırım konuşmasına şu sözlerle devam etti: “Almanya’daki gelişmeler de buradaki insanları ilgilendirmeye başladı. Bu insanlar önce uzun yıllar Almanya’da kalma amacıyla gelmemişlerdi. Onlar birkaç yıl kalıp, gideceklerdi. Ama durum öyle olmayınca, Almanya’yı merak etmeye başladılar. Almanya’da onları da ilgilendiren birçok siyasi, sosyal, kültürel gelişmeler oluyor. Dolayısıyla o gelişmeleri öğrenebilmenin tek yolu da anadilinde yayın yapan gazetelerdi. Çünkü ezici bir çoğunluk Almancaya hakim değildi. Almancayla ilgili büyük sıkıntılar mevcuttu. Kaldı ki, Almanca sorununu aşsalar bile, göçmenlerin hassasiyetlerini birinci planda tutan gazeteler yoktu zaten. Onların içerisinde seçip, taramak o da mümkün değildi. Dolayısıyla insanlar Almanya’da kalıcı olmaya başladıktan sonra, Almanya’daki gelişmeleri de Türkçe, kendi dillerinde yayın yapan gazetelerden öğrenmekten başka yolları yoktu. Yıllar içerisinde buradaki sivil toplum örgütleri de güçlenmeye başladı. Bu sivil toplum örgütleri arasındaki iletişimi, onların çalışmalarını örneğin Türkçe ile olan çalışmalarını diğer kentlere, diğer topluluklara, başka bölgelerde yaşayan Türk cemaatine iletme bakımından da buradaki anadildeki gazetelerin önemi çok daha ortaya çıktı. Sivil toplum örgütlerinin yapılarıyla alakalı gelişmelerden sonra, 1970-1980’de siyasi nedenlerle Türkiye’den gelen, klasik işçi göçü dışında bir göç söz konusu oldu. Bu gelen insanların entelektüel yapıları daha farklıydı. Gazeteler bu gereksinimden sonra daha da önem kazanmaya başladılar.”
    90’lı yıllarda etkisini göstermeye başlayan teknolojik gelişmelerin anadilinde yayın yapan kuruluşları da kötü anlamda etkilediğini ve işlerini zorlaştırdığını, aynı zamanda genç kuşağın Türkçe basına olan ilgisinin azaldığına değinen Tuncay Yıldırım, konuşmasını “Bu duruma anadilde yayın yapan gazeteler hala gerekli mi diye soracak olursanız. Bence gerekli! Türkçe yayın yapan kuruluşların yaşayabilmesi için Türkçenin iyi bilinmesi gerekiyor. Bu yüzden anadilinin de iyi bilinmesi gerekiyor. Sadece Almanya’da Türkçe gazeteler mevcut olsun diye değil anadili eğitimi verilmemeli. Bu çok dar ve kısıtlı bir bakış açısı olur. İkidillilik yaşamalı, ikidillilik sağlanmalı. Anadildeki gazeteler de bu ortamın bir renkliliği olarak mevcudiyetini korumalı. Biz kendimizi nasıl ifade edeceğiz, kendimizi insanlara nasıl anlatacağız, burada yetişen yeni kuşağın bizi daha iyi anlayabilmesi için kendimizi nasıl geleceğe hazırlamalıyız… Bu sorular bizleri önümüzdeki günlerde, çok yakın dönemde epeyce meşgul edecektir” şeklinde tamamladı.
    ATÖF Başkanı Yücel Tuna konuşmasına, özel olarak Almanya’da ve genel olarak Avrupa’da anadili eğitimine yön veren politikaların tartışılması ve Alman politikacılarının bakış açılarının irdelenmesi gerektiğinin altını çizerek başladı. “Avrupa dolayısıyla Almanya, yabancıların uyumu -aslında buna asimilasyon diyemiyorlar, gerçek adı bu- düşünce birliğine varamadığından bunun farklı yöntem ve seçeneklerini tartışıyor. Ancak genel olarak uygulanan sözüm ona uyum politikalarında Avrupalı kişi, kurum ve örgütlerin yerini de irdelemek gerekiyor. Asimilasyon yanlıları iki ayrı görüş çerçevesinde toplanıyorlar. Birincisinin temelinde şovenizm yatıyor. Kendi kültür ve yaşam biçimlerini en ileri, en doğru ve en iyi görenler Avrupa’daki yabancıların da bu yaşam biçimine uymalarını şart koşuyorlar. Dini kurumları, çeşitli hayır kuruluşlarını ve sağ partileri bu gruba dahil edebiliriz. Ancak en önemlisi asimilasyonun yer yer devlet ya da eyalet politikası olarak sürdürülüyor olması. Bunlar, örneğin Almanya yabancı kökenli çocukların da atmış-yetmiş yıl önce kömür ocaklarına gelmiş Polonyalıların çocukları gibi Almanlaşacağı düşüncesinde. Türk işçi çocuklarının kendi öz kültürleriyle bağlarını sürdürmesinden yana değiller. Örneğin çocukların anadili olarak Almancayı benimsemesinde, yetiştirilmesinde Alman sosyal hizmet uzmanlarının görev almasından yanalar. Asimilasyondan yana ikinci temel görüş ise insan hakları kanunu üzerine oturtulmuş. Bunu çağdaşlaştırmak diye de yutturmaya çalışıyorlar. Birincisinin tersine ilerici kuruluşlar, sol partiler bu görüşün destekleyicileri. Bunu savunurken ortaya koydukları gerekçeler ‘Türkler geri kalmış bir otoriteden geliyorlar, aile ilişkilerinde feodal gelenekler egemen ve islam onları gerici ve şoven yapıyor’. İnsan haklarını çevre koşullarından, kültürel değerlerden soyutlayan ve bu kavramı insan-çevre unsuru gözetmeksizin adeta mutlak bir doğruymuş gibi ele alanlar, kaş yaparken göz çıkartma durumuna düşüyorlar. Temeldeki sorun, genellikle dil bilmeyen, haklarının bilincinde olmayan, temel kararlarda söz sahibi olmayan, en ağır işlerde düşük ücretle sömürülen işçi ve ailesinin haklarından yana çıkmak, işveren ve devlet düzeyinde girişimlerde bulunmakta yatıyor. Genelde bu yürek parçalayıcı durum karşısında, çağdaşlaştırmayı bir misyoner tutkusuyla savunanlar kendilerinde bağnazca direnç gösteren babalara karşı, çağdaş insan yaratma faaliyetlerini daha çok çocuklar üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Ancak işsizlik, ırkçılık, eğitim gibi temel sorunlar çözümlenemediğinden, çağdaşlaşan ve bu nedenle giderek ailesinden kopan, ona yabancılaşan çocuklar gene ortada kalıyor. Üstelik bu kez, hem ailelerine hem de ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri için kendilerini çağdaşlaştıranlara karşı da öfke besliyorlar. Almanya ve Avrupa’daki toplumca benimsenmeyen bu çocukların tutunacak dalları çok az. Ortadalar ve çok öfkeliler!”
    İşgücü göçünün çok önemli demografik ve kültürel yansımaları karşısında Avrupalıların kendi toplum ve yaşantılarını korumakta katı bir şekilde direndiklerini, ekonomik krizin de etkisiyle Almanya’nın ne kendi ne de artık kalıcılığını kabul ettiği yabancıların sorunlarını çözebilecek durumda olmadığını ve sorunun içinden çıkılmaz hale geldiğini dile getiren Yücel Tuna, Türkiye’nin göçmen çocuklarına yaklaşımına ilişkin “Almanlar böyleyken, her türlü olumsuz koşula rağmen hala büyükbabalarının geldiği ülkeyle kültürel bağlarını koparmamış gençlere Türkiye’den ‘Bu çocuklardan kimseye hayır gelmeyecek’ gözüyle bakılıyor. Seslerini çıkarmaya hazırlanan, düşlerini ilerideki yaşantılarında gerçekleştirmek isteğiyle dopdolu olan bu çocuklara kayıp gözüyle bakmak oynanmamış bir oyunda yenik sayılmakla eşdeğerdir” dedi. Konuşmasının son bölümünde anadili eğitimin önemine yönelik olarak şunları söyledi: “Çeşitli yaklaşımlardaki çelişkiler özellikle eğitim sistemlerinde ve Batı-Avrupa’da göze çarpıyor. Kimi görüşe göre çocukların genç yaştan itibaren mümkün olduğu kadar bir Alman gibi yetiştirilmesi savunulurken, kimi psikologlar bunun sağlıksız bir sonuç verdiğini söylüyor. Çocuğun anadili ve kültürüyle ilişkilerinin sürdürülmesi gerekti- ğini savunuyor. Anadil ile ilişkili en ileri düzeyde tutulup, çocuğun sosyalleşme sürecinde belirleyici unsur olmasını savunan dilbilimcileri çocuğun ikinci bir dili öğrenebilmesi için önce anadilini öğrenmesinin en verimli sonuçları verdiğini belirtiyor. Böylece çocuğun iyi Almanca öğrenip toplumla bütünleşmesi isteniyorsa, kendisine önce yeterli ve düzgün anadili öğretilmesinin önemi ortaya çıkıyor. Tutarlı bir bütünle, dil kuramları ve soyut kavramları öğrenen çocuk bu bilgi birikimini ikinci bir dilin öğrenilmesine kolayca aktarıyor.”