Die Gaste, SAYI: 12 / Mayıs-Haziran 2010

Göçmen Çocukların
Dini Eğitimi ve İslam Din Dersleri


Mevlut ASAR




    Doktrine edilen çocuklar içinde yaşadıkları gelişmiş sanayi (ve tüketim) toplumunun istemleri, yan yana yaşadıkları Hıristiyan dini, devam ettikleri Alman okul sisteminin amaçları ile Kur‘an kurslarında verilen dogmatik bilgiler ve “dünya görüşü” arasında sıkışıp kalıyorlar. Birbirleriyle “uzlaşmaz” hatta birbirine “düşman” gibi gösterilen bu iki ayrı “dünya” arasında ruhsal çıkmazlara, bunalımlara sürükleniyorlar.
    Alman ana-babaların ve öğrencilerin dini eğitime, din derslerine ilgisi giderek azalırken, Almanya’daki müslüman ailelerin dini eğitimine verdikleri önem artmaktadır. Müslüman-göçmen ana-babaların böyle bir eğilim göstermesinde, “din sömürüsü”, “benliğini yitirme korkusu”, Alman/Hıristiyan çoğunluk tarafından horlanma ve dışlanma gibi nedenler de büyük rol oynamaktadır.
    Müslüman ana-babaların çocuklarına dini bir eğitim verme isteği, nedeni ne olursa olsun, kabul edilmesi ve saygı duyulması gereken bir istektir. Ne var ki bu isteğin gerçekleşmesi için ana-babaların başvurduğu yollar, çocuklar ve gençler açısından bir çok sorunu veya çıkmazı da birlikte getirmektedir. Çünkü, F. Almanya’da ana-babaların bu istemine çağdaş anlamda yanıt verebilecek bir “islami eğitim” tasarımı ve oluşumu malesef yoktur. Bunun nedeni, Türk ve Alman makamlarının/kurumlarının ta başlangıçtan itibaren bu konuda izledikleri yanlış politikalar ve duyarsız yaklaşımlardır.
    Türkiye’de 1950’lerden itibaren “sol”a karşı oluşturulan “devlet ideolojisi”ne İslam’ın da eklenmesi, Türkiye’deki islamcı, şeriatçı örgütlenmeyi güçlendirdi. Laik olduğu savlanan devlet, imam-hatip okulları açıyor, buradan mezun olanlara üniversiteye girme hakkı veriyor, Kur’an kursları sayısının çığ gibi büyümesine göz yumuyordu. Bu gelişme, 12 Eylül 1980 darbesini yapan generaller ve ardından gelen sağ hükümetler tarafından “Türk-İslam Sentezi” adı altında daha açık ve yoğun bir biçimde teşvik edildi. Okullardaki din dersleri, müslüman olmayanlar da dahil tüm öğrenciler için zorunlu hale getirildi.
    Bu önemli dönüm noktasına kadar , yani İslam’ın, “Türk-İslam Sentezi” bağlamında “Türk Kimliğinin” en önemli öğesi olarak ilan edilmesinden önce, Türkiye’de ve Almanya’da çocukların dini eğitimi bir sorun olarak gündemde yoktu. Çocuklara ilk dini eğitimleri –eskiden olduğu gibi– aile içinde veriliyordu. Ve bu dini kuralların ve pratiklerin gelenek-görenek biçiminde çocuklara öğretilmesi/aktarılması biçiminde oluyordu. Aile isterse, buna ek olarak okuldaki ve okul dışındaki dini eğitim olanağından yararlanılıyordu. Başka bir deyişle, ana-babalar çocuklarının dini eğitiminde kurum, ölçü ve süre konusunda daha özgürce karar verebiliyorlardı.
    Türkiye‘deki bu ‘yeniden islamlaşma’ sürecinin ve Almanya’daki özel koşulların da etkisiyle ana-babalar 80’li yıllardan itibaren çocuklarının dini eğitimi konusunda etkisiz/yetkisiz bir konuma düştüler. Göçmenlik koşularında yaşayan “küçük aile”de ana-babalar çocuklarına geleneksel dini eğitimi veremiyorlar, verseler bile bu yeterli görülmüyordu. Çünkü ana-babaların Türkiye’de aldıkları dini eğitim, edindikleri dini bilgiler, göçmenlerin gettolaşmış sosyal yaşamda kolayca örgütlenen –Türkiye orjinli– dogmacı müslümanlığın dayattığı din eğitimi ile boy ölçüşemiyordu.
    Böylece, Türkiyeli müslüman ailelerin büyük çoğunluğu çocuklarının dini eğitimini, sayısı hızla artan dini örgütlere, cami derneklerinin açtıkları Kur’an kurslarına bıraktılar. Böylece okul öncesi ve okul çağı yaşındaki yüz binlerce çocuk, Türkiyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadıkları mahallelerde açılan Kur’an kurslarına, şimdilerde “İslam Koleji” adı altında yürütülen yatılı-kurslara devam etmek zorunda kaldılar.
    Çoğunluğu pedagojik ve teolojik bir öğretim görmemiş olan kurs hocaları, buralarda çocuklara sadece Arapça Kur’an okumayı ya da namaz kılmayı öğretmiyorlar; kendilerine emanet edilen çocuklara ideolojilerine uygun bir islami kimliği, bireysel ve toplumsal sorunların tek ve mutlak çözümü olarak empoze ediyorlar. Daha fanatik olanlar diğer dinleri ve inanışları kötüleyerek, hıristiyan, musevi, alevi düşmanlığı yaparak çocuklara “cihad” fikrini aşılamaya çalışıyor. (Bielefeld Üniversitesinden Prof. Heitmeier’in Türkiyeli gençler üzerine yaptığı –ve Alman medyasına da uzun süre konu olan– bir araştırmanın, bu tür “eğitim”den geçen gençlerin İslam konusunda ne kadar tutucu ve fanatik olabileceklerini ortaya çıkardığını burada hatırlatalım.)
    Doktrine edilen çocuklar içinde yaşadıkları gelişmiş sanayi (ve tüketim) toplumunun istemleri, yan yana yaşadıkları Hıristiyan dini, devam ettikleri Alman okul sisteminin amaçları ile Kur‘an kurslarında verilen dogmatik bilgiler ve “dünya görüşü” arasında sıkışıp kalıyorlar. Birbirleriyle “uzlaşmaz” hatta birbirine “düşman” gibi gösterilen bu iki ayrı “dünya” arasında ruhsal çıkmazlara, bunalımlara sürükleniyorlar.
    Bir kısmı, kazanmaları olanaksız olan kavganın yükünü taşıyamayarak, sonu intihara kadar giden bunalımlara giriyorlar. Çok azı da bu “dogmatik islam kimliği”ne karşı çıkarak, İslam’dan soğuyor hatta müslümanlığı yadsıyor ve sonunda “aforoz” edilip, aileden, “cemaatten” dışlanıyorlar.
    Çoğunluğu oluşturan üçüncü grup ise, iki ayrı “kişilik” geliştirmeyi tek çözüm yolu olarak görüyor. Bu gruba girenler, evlerinde ve islami çevrede kendilerini “koyu” bir müslüman gibi gösterirken, dış dünyada ise dinden uzak bir kişilik sergiliyorlar. Bir başka deyişle “iki yüzlü” olmaya zorlanıyorlar.
    Özetlersek, aslında gerçek İslam’la da bağdaşmayan, ona yarardan çok zor getiren dogmacı-fanatik dincilik ve buna dayalı bir din eğitimi hem müslüman göçmen aileleri hem de onların çocuklarını çıkmazlara sürüklüyor, onların Avrupa’daki aydınlık geleceğini karartıyor.
    Buraya kadar anlatılanlar madalyonun Türkiye’yi ilgilendiren yanı. Madalyonun öteki yüzünü ise Alman tarafının sorumsuz ve duyarsız tavrı oluşturuyor.
    Alman makamları sayıları çığ gibi artan bu tür kursları denetlemek için ellerinde yasal olanak bulunmadığını ileri sürerek bu gelişmelere on yıllarca seyirci kaldılar. “Kur’an kursları”nın müslüman öğrencilerin okul içi ve okul dışındaki başarısını, uyumunu engellemesine, birlikte yaşamı kösteklemesine göz yumdular. Ancak son yıllarda, bir yandan Türkiyeli öğretmenlerin, veli derneklerinin (çocukları bu tür kurslarından kurtarma umuduyla); öte yandan İslami örgütlerin ( Berlin’de olduğu gibi Alman toplumunda legalleşme ve okullarda söz sahibi olmak amacıyla) okullarda İslam din dersleri verilmesi yönündeki girişimleri, Alman eğitim makamlarını bu konuyla ilgilenmeye zorladı. Nitekim F. Almanya’nın kimi eyaletlerinde, örneğin Kuzey Ren Vesfalya’da bir çeşit “İslami Bilgiler” modeli geliştirildi ve pilot uygulamalar yapılıyor.
    Gelinen bu noktada, Hıristiyan kiliseleri de dahil, hiç bir taraf “İslam Din Dersi”nin gerekliliğini yadsımıyor. Ancak hiç bir eyalette, katolik ve protestan din dersleri ile eşit düzeyde bir “İslam Din Dersi” uygulaması henüz yok. Alman makamları (ve Kiliseler) , yasal düzenlemelerdeki engelleri bu duruma gerekçe olarak gösteriyorlar. Bir çok eyaletteki yasalara göre okullarda din dersi verilebilmesi için devlete “partner” olacak örgütlü bir cemaatin (kilisenin) varlığı gerekiyor. Çeşitli islami örgütler de bu partnerin kendileri olduğunu ileri sürüyorlar. Böylece Alman makamları aradıkları partnerin (= İslam Cemaati’nin) kim olacağına karar veremiyorlar. Ya da bu işi Berlin örneğinde olduğu gibi mahkemelere bırakıyorlar.
    İlgili kuruluşların biran önce “dar görüşlük”ten kurtulup, İslam’da bir “kilise” olmadığını ve olamayacağını, dolayısiyle okullarda verilecek İslam Din Dersi konusunda ilk söz hakkının ana-babaların ve belirli bir yaştan sonra da bizzat çocukların olduğunu kabul etmeleri gerekiyor. Onları hiç bir şekilde temsil yetkisi olamayan, din ve inanç özgürlüğünü yadsıyan, laik eğitime karşı çıkan örgüt ya da kuruluşlara bu konularda söz hakkı verilmesi ise herşeyden önce Almanya Anayasası’na ve çağdaş eğitim anlayışına ters düşecektir.