Die Gaste, SAYI: 11 / Mart-Nisan 2010

Söyleşiler III


Koral OKAN



Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanat ve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunların siyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ile Ötek, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimler önemli değildir, sadece içerikler anlam taşıyacaktır.
    Biri (der ki): Merhaba... (Gülerek) Nasılsın?
    Öteki: Merhaba... Teşekkür ederim! Sen nasılsın görüşmeyeli?
    Biri: Çok iyiyim. Geçen söyleşimizi, zorunlu bir nedenle, vedalaşmadan bitirmek zorunda kalmıştık. Özür diliyorum. Bugün de tragedyanın siyasi işlevini konuşmaya devam edecek miyiz?
    Öteki: Evet, ama önce Peisistratos’un niteliğine bakalım. Peisistratos’un iktidarı ele geçirme başarısını, aristokratik tarih yazımı, tiranlık (zorbalık) rejimi olarak tanımlamıştır. Doğu kökenli olan “tiran” (tirannos) sözcüğünün, Yunan diline Lidya dilinden geldiği sanılmaktadır. Oligarşiden demokrasiye geçişi kolaylaştıran, halk tarafından benimsenip halkçı bir politika güden bu tip yöneticileri, soyluların tarih yazıcıları tarih sayfalarına zorba, yani tiranlar olarak geçirmeleri büyük bir yanılgı yaratmıştır. Yunancadaki “basileus” sözcüğü gibi efendi, kral anlamını taşıyan “tiran” sözcüğü, Batılılar tarafından Doğulu despotları tanımlamak amacıyla kullanılmıştır.
    Yöntem açısından, şu şüpheyi taşımamızın gerekliliği ortaya çıkmaktadır: Tarihin ne yazdığından önce kimlerin yazdığına dikkat etmek önemlidir! Örneğin tarihçi Thukydides1, Antik Yunan’da tiranların ortaya çıkışını zenginliğin artmasına bağlamaktadır. Bu yorumun dışında tiranlığın çıkışını salt iktidar fetişizminin bir ürünü olarak ele almak bilimsel temelleri olan bir açıklama olamaz. Aksi takdirde Thukydides’in bu çözümlemesinin dışındaki herhangi bir tarih yorumunun şu açıklamayı yapabilmesi gerekmektedir: Büyük bir serveti elinde toplayan küçük bir azınlığın tanımı ne olabilir? Herhalde bu sorunun cevabını da, “Atina demokrasisi!” diye vermektedirler.
    Peki tiran Peisistratos ne gibi “zorbalıklar” yapmıştı? İlk olarak Solon anayasasına dokunmayıp, yönetimini hukuksal bir çerçeveye oturtmuştur. Dış politikada barışı kollayan, içeride ekonomik gelişmeyi hızlandıran ve alt sınıfların yaşam koşullarını yeniden düzenleyen bir siyaset izlemiştir. Soyluların büyük çiftliklerine el koyup toprakları yoksul, topraksız yurttaşlara dağıtmıştır. Her Atinalının gelirinin onda birini, oluşturulan devlet hazinesine bırakma zorunluluğu getirilmiştir. Bu vergilerden, gümüş madeni gibi zengin madenlerden elde edilen gelirlerle kamusal yapım işleri gerçekleştirilmiş ve ileride Atina’nın önemli güç kaynağı olacak olan deniz filosu kurulmuştur. İşsiz ve topraksız olan yurttaşlara sürekli iş ve gelir sağlanmıştır. Gemilerde tayfa olarak çalıştırılan yoksul köylüler, önceleri maddi güçleri olmadığı için kente inemezlerken, bu gelişmenin sonucunda gemiler limanda beklediği sürece Atina’da bulunup siyasal alana dahil olabilmişlerdir. Bu sonuçları değerlendiren Aristoteles2 bile, “bütün işleri yasalara uyarak düzenleyen... çok ateşli bir halkçı ve herkesin iyiliğine çalışan bir adam” olarak tanımlamıştır Peisistratos’u.
    Antik Yunan tragedyasının kent kültürünün bir parçası olarak ortaya çıkışı onun döneminde gerçekleşti. Kent devrimini başarıya ulaştırmak için geniş halk kesimlerinin desteğini almayı amaçlayan Peisistratos, kırsal halk ritüellerinin kente taşınmasına izin verdi ve düzenlediği resmi festivallerle bunlara doğrudan destek verdi. Bu festivallerde Atinalı entelektüeller kökenleri binlerce yıllık geleneklere dayanan halk kültürüne ait bir çok ritüel ve faaliyeti yeni bir bakış açısıyla işleyerek yüksek bir sanatsal ekol ortaya çıkardılar ki, bu ekolun en önemli ürünlerinden birisi de “tragedya” yani tiyatro idi. 3
    Yeni kent festivallerinden en önemlisi Dionysos için düzenlenmekte olandı. Kırsal Dionysos kültünün tam olarak ne zaman ortaya çıktığı bilinmemektedir ama onda kabile geleneklerinde önemli yeri olan “erginleme” törenlerinin izleri bulunacaktır. Başlangıçta bu tanrıya yönelik tapım bir gizli tarikat yapısı içerisinde örgütlenmişti. Müritlerin büyük bölümünü kadınlar oluşturmakta, sadece başrahip bir erkek olmaktaydı. Dönemin yazarları bu gizli tarikatları ve onların tapımlarını “çılgınca” diye tanımlamaktaydılar. Bu ritüeller gerçekten de sistem karşıtı nitelikler taşımaktaydılar: Şarap sayesinde esrime durumu yaşayan müritler çılgınca dans etmekte ve “dythirambos” adı verilen doğaçlama şiirler okumaktaydılar. Söz konusu şiirler Dionysos mitini konu ediniyorlardı. Dionysos kültünün bir başka unsuru da, tanrının keçilerle olan ilişkisiydi. Mitin bazı versiyonlarında rastlanan tanrının bir keçiye dönüştürülmesi ve bir süre için bu şekilde yaşamaya zorunu tutulması öğesiyle de ilişkili olarak, dinin müritleri tarafından keçi, kutsal kabul edilen bir hayvandı. “Trage” ve “odia” yani “keçi” ve “şarkı” sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan “tragedya” sözcüğü, bu ilk tiyatro biçiminin Dionysos ritüellerinde keçi postu giymiş kişilerce seslendirilen şarkılardan türediği yolundaki iddiaları desteklemektedir.
    Kent “devriminin” siyasi önderi olarak geniş halk kesimlerinin desteğini alan Peisistratos, bu “sakıncalı” ritüeller yerine kendi amaçlarına uygun bir kent tapımı başlatmaya karar verdi. Bunda, büyüyen ekonominin ihtiyaç duyduğu emek gücünü karşılamak için kente göç eden kalabalık halk kitlelerinin, kent kültürü üzerindeki dönüştürücü etkisi de belirleyici olmuş olabilir. Sonuçta bu festivaller Peisistratos’un farklı sınıflardan gelen Atinalıları ortak bir kültür etrafında birleştirme yolundaki girişiminin bir sonucu olarak 6. yüzyılla birlikte kutlanmaya başladı. Elbette ki yeni düzenleme, tapım kurallarını da yeniden şekillendiriyordu: Kadınlar kırsal ritüellerdeki statülerini yitirdiler ve yürünerek söylenen alay şarkısı bir sahnede durarak söylenmeye başladı (stasimon). Koronun içinden bir oyuncu ayrıldı ve koroyla diyaloga başladı. Başlangıçta bu kişinin görevi ritüelin sadece müritlerce bilinen gizemli içeriğinden haberdar olmayan kentli halkı, sahnede ne olup bittiği konusunda bilgilendirmekti. Sahnede Dionysos mitini merkezine alan bir “acı oyunu” sergilenmeye başladı ki, Aristoteles’den beri tragedyanın kökeninin bu olduğu düşünülmektedir.
    Biri: Tragedyanın ortaya çıkışının koşulları, tarihin belli, ama çok önemli bir diliminin anlaşılması için bize yardımcı oluyor.
    Öteki: Kuşkusuz böyle. Bu yüzden, de uzun uzadıya incelemek zorundaydık bu konuyu. Eğer bu tarih dilimini kavrayabilirsek, tragedyanın bundan sonraki tarihi süreçler içinde hangi evrimlerden geçtiğini de anlayabileceğiz. Ve bazı temel konular, açık ve net şekilde ortaya çıkıyor. Herşeyden önce, altyapı-üstyapı konusu. Kısaca toparlamak istiyorum: Altyapı, yani temel, başka bir deyişle de insanların sosyo-ekonomik ilişkileri, üstyapıyı belirler. Toplumun üretim araçlarının mülkiyet biçimi, üst yapı ve onun tüm kurumlarını, siyasal, hukuksal, dinsel, felsefi vb. fikirlerini, sanatın ve tiyatroyu şekillendirir. Sınıflı toplumlarda, devletin varlığı, üstyapının tüm varlığına özel bir karakter damgası vurur. Devlet, üstyapının örgütleyici öğesidir.
    Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir.
    Biri: Ayrıca, tarihi açıklamak için, dönemin sınıf analizini yapmak, tarihi anlamamızı kolaylaştıran mükemmel bir yöntem değil mi?
    Öteki: Kuşkusuz. Özellikle Batı’yı anlamak ve özellikle içinde yaşadığımız “Avrupa-Merkeziyetçiliğini” anlamak ve değerlendirmek, Antik Yunan tarihini kavramaktan geçer. Kendi toplumsal yaşayışlarını yasalarla belirlemelerini diğer toplumlara göre bir üstünlük sayan Yunanlılar, tüm Batı tarihinin şekillenmesinde de çok önemli bir temeli temsil ediyorlardı. Bu durumun, yüzyıllara yansıyan bir ideolojik temel oluşturması, Yunan siteleri dışındaki toplumlarda sınıflılığın ve ona bağlı olan üretim biçimlerinin kendine özgüllüğünü de olumsuzlayan bir noktaya gelmiştir. Bu olumsuzlama, kendine özgüllüğü reddeden ve sonuçta Batı ve özellikle Hellenizm eksenli bir gelişme çizgisini mutlak kılan tarih felsefesinin “yansıma”sıdır.
    Geniş bir coğrafyada etkili olan Yunan polisleri, kendi uygarlığının o “etkileyici ve büyülü” dünyasını emeği köleleştirerek kurmuştur. Kölelik ortaya çıkar çıkmaz, eski topluluğun ilerisinde gelişmekte olan halklar arasında egemen üretim biçimi halini almış, ama bu halkların sonunda yozlaşmasının da başlıca nedenlerinden biri olmuştur. Tarımla sanayi arasında büyük çapta işbölümünü ve böylece antik dünyanın yeşerip serpilmesini, yani Helenizm’in doğmasını ilk olarak kölelik sağlamıştır. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanatı ve bilimi de olamazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu da olamazdı. Ama temelde Helenizm4 ve Roma İmparatorluğu olmadıkça “çağdaş Avrupa” da olamazdı.
    Helenizmin Avrupa’da ağırlıklı olarak 18. yüzyıldan itibaren Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve özellikle, Sami ırkından Fenike uygarlıklarının karşısına konularak, ön plana çıkarılması, Avrupa’da antisemit düşüncenin yerleşmesine temel oluşturmuştur. Son yıllarda Avrupa ve ilginçtir ki, Yunan tarihçilerinin de özeleştirisel bir bakış açısıyla geliştirdikleri bu konulara, kuşkusuz, sohbetlerimizde yer vermemiz gerekecek.
    Biri: Çok merakla bekleyeceğim.
    Öteki: Eklemem gereken son derece önemli bir konu var: Antik Yunan’ın sınıf mücadelelerini anlatmaya çalışırken, çağdaş toplumu incelerken geliştirilmiş bir kavramsal aracının, olduğu gibi, sakıncasızca eski dünyaya uygulanamayacağını özellikle anımsatmak istiyorum. Marx, toplumu incelerken ortaya koyduğu ekonomik kategorilerin, klasik ekonominin aksine, tarihsel özelliğini açıkça belirtir. Marx bu kategorilerin, toplumsal gelişmenin bütünlüğü içinde anlaşılması için anahtar sağladığını düşünür. Ancak bunların öncesiz sonrasız özler olmadığını da belirtir; bunlar her zaman varolmamıştır. Yani bunları salt, yalınkat biçimde kapitalist olmayan toplumlara yansıtmaktan kaçınmak gerekir: Bunlar bu toplumlarda bulunmayabilir ya da sanayi kapitalizmi çerçevesinde aldıkları biçimden farklı biçimler altında bulunabilir. Sınıf ve sınıf savaşımı kavramlarını eski dünyaya uygulamak için kullandığımızda da çağdışılıktan kaçınmamız gerekiyor. Diğer bir nokta da, köleler ile efendileri arasındaki karşıtlığın, toplumsal-siyasal yapılar düzeyinde yapılan yoğun bir savaşım biçimine bürünmemiş olması, bireysel olarak ve “kölelikten kurtulma güdüsüyle” yüzeye çıkmasıdır. Yani, bu durumda söz konusu olan, toplumsal durumu, üyesi olduklarını duydukları bir öbeğin yararına değiştirmek değil, kölelikten kurtulmaktır. Ne demek istediğimin netçe anlaşıldığına şüphem var. Fakat şimdi konuya daha yoğun girmek istemiyorum. Başka bir söyleşinin konusu olabilir. (Gülümser). Eh, hadi artık geç oldu. Söyleşimizi bugünlük bitirelim. Sağlıcakla kal.
    Biri : Sağlıcakla kal.

(Devam edecek...)





    Dipnotlar:


   1 Hartmut Leppin, Thukydides und die Verfassung der Polis. Ein Beitrag zur politischen Ideengeschichte des fünften Jahrhunderts vor Christus, Berlin 1999.
   2 Bkz. http://de.wikipedia.org/wiki/Aristoteles ve Rolf Geiger: aristokratie, monarchie in: Aristoteles-Lexikon. Stuttgart 2005.
   3 Hellmut Flashar, Inszenierung der Antike, C.H.Beck Verlag, 2009.
   4 Antik Yunan dünyasında bir dönem düşünürler, Yunanlıların kardeş oldukları ve birleşmeleri gerektiği düşüncesini yaymaya başlamışlardır. Bu düşünce, aslında, kendilerini kölelerden ve barbarlardan farklı tanımlama ihtiyacından doğmuştur. Özellikle, Perslilerle girdikleri savaşlar esnasında Helen-Barbar (Helen/“Barbar“) ayrımını ve Helenlerin üstün olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Antik Yunan dünyası içindeki site-devletlerinin birbirileriyle olan çelişkileri, bir Yunan iç savaşına dönen çatışmaları gören gezgin düşünürler, bu çatışmaların Yunan dünyasını zayıflattığını görmüşlerdir. İşte Panhelenizm’in doğuşunun genel olarak nedenleri bunlardır. Yunanlıların ortak kültürü anlayışından hareket ederek tüm Yunanlıların tek bir “ulus” biçiminde birleşmeleri öğretisinin, yani Panhelenizm’in en açık savunucularından olan Gorgias, “Olympia Söylevi” adlı çalışmasında, Yunanlıların kendi içlerindeki çelişkilerin ortadan kaldırılabilmesi için “birbirlerinin sitelerini değil, fakat barbarların ülkelerini fethetmeyi amaçlamalarını” önermiştir.