Die Gaste, SAYI: 10 / Ocak-Şubat 2010

Duygu ile Akıl Arasında Kalmak


Yrd. Doç. Dr. Ahmet ATİLLA
(Anadolu Üniversitesi/Eskişehir)



Yrd. Doç. Dr. Ahmet ATİLLA
    Yaklaşık dokuz yıl önce Türklerin Almanya’ya göçünün kırkıncı yılı anma törenlerine katılmıştım. Köln Heumarkt’da kurulan gösteri çadırlarını gezdikten sonra Köln’deki tarihi Belediye binasında “Yaban, Sılan olur” adlı sergiyi gezmiştim. Sergi girişinde 1961 yılında Türkiye ile Almanya arasında imzalanan “İşgücü Göçü Anlaşması”nın Türkçe ve Almanca örnekleri yer almakta, sergi ziyaret defteri ise hemen onun önünde bulunmaktaydı. Girişte satılan sergi kataloğunun sunuş yazısında dönemin Köln Belediye Başkanı göçün kırkıncı yılı, sergi ve Türkler hakkında özetle şöyle diyordu:
    “Tarihin geçmiş olgularının bir bölümünü yansıtması bakımından bu sergi, bazı yönleriyle dar anlamda bize biraz fazla ‘tarihsel’ görünmekle birlikte, burada anlatılmak istenen tarih, diğer toplumsal olaylardan soyutlanmış belli sınırları içersinde toplumun salt bir bölümünü kapsayan ve dolayısıyla unutulmaya mahkum bir tarih değil bizim tarihimizdir. Önce tek tek daha sonra aileleriyle bize gelen bu insanlara geçici bir süre konuk muamelesi yapılmış ise de, daha sonra onların da diğer komşularımızdan bir farkları kalmamıştır.”

    Dönemin Belediye Başkanı’nın dostça sözleri için minnettar olmakla beraber, biz Türklerin diğer komşulardan bir farkı kalmadığı görüşüne katılmakta zorluk çektiğimi Dünya Gazetesi’ndeki değerlendirmemde şöyle anlatmıştım:
    “Sergide bazı bölümlere ses bandı kayıtlarını dinlemek için kulaklıklar yerleştirmişler. Bu kulaklıklardan birinde, 3-4 yaşlarında bir kız çocuğu babası ile sohbet ediyor. Sohbetten anladığım kadarı ile anne Almanya’ya çalışmaya gitmiş, baba da kızı ile beraber Türkiye’de kalmış. Çocuk banda şarkı söylüyor, baba da kendi sesini duyurmak istercesine “kızım bak şimdi sen buraya konuşacaksın, deden bu bandı anneye götürecek, anne senin sesini dinledikten sonra o da konuşacak, biz de burada anneyi dinleyeceğiz” diyor. O kız şimdi en az 30 yaşında, bu bandı dinlerken çok duygulandım, ama benden sonra bu bandı dinleyenlerden 55 -60 yaşları arasındaki bir ziyaretçinin gözyaşlarını görünce ağlamamak için kendimi dışarı attım.
    Dönemin Belediye Başkanı’nın biz Türkleri Alman komşularından farklı görmediğini söyleyerek, ‘eşit’ muamele mesajı vermek istiyor ama, Türklerin ‘duygusal’ farklılığını fark edecek kadar Türkleri tanımamış olması ise rasyonel düşünmesinden ileri geliyor.
    Bir Alman veya bir Avrupalı bana ‘Artık sana konuk muamelesi yapmayacağım. Çünkü artık sen konuk değilsin. Sen de bizdensin’ dediğinde; ben, ‘Türk’ olarak duygusal bir tepkiyle çok sevinirim. Artık aramızda ‘ayrı gayrı olmayacak’ diye düşünürüm. Çat kapı görüşmek isterim. Sigaramı, yemeğimi paylaşmak isterim. Bir yere gittiğimizde önce ben ödemek isterim. ‘Psikologa gitmek ne demekmiş, bizler varken elin doktoru ne anlasın senin derdinden’ derim. İki kadeh içtiğimiz yerde, Alman arkadaşıma yamuk yapan olursa dostluk adına çekinmeden onunla birlikte kavgaya girerim.
    Sen de bizdensin diyen Alman ise verdiği bu mesajla bana, ‘Artık Almanca öğrenmelisin, Türkiye’nin siyaseti seni fazla ilgilendirmemeli, sakın Türk vatandaşlığına tekrar geçeyim deme, Türk gazetelerini okumayı bırak, çocuklarına din dersini Almanca verelim, yeni doğan çocuklarına hiç olmazsa bir de Alman adı vermelisin, vs. vs.’
    ‘Sen de bizdensin’ sözünün duygusal ve mantıksal algılaması işte bu kadar farklı. Temelde bu kadar farklı olan insanlar beraberliklerinin kırkıncı yılını doldurdular. Onları kırk yıldır birlikte yaşatan nedenleri iyi incelemeliyiz. Sosyologlar ve psikologlar birlikte çalışmalı ve bu birliği daha da geliştirmeliyiz.
    Bu vesile ile özellikle Alman medya ve siyasetine seslenmek istiyorum. Konu Türkler olunca lütfen biraz daha ‘duygusal’ düşünün. Bu sizler için de çok gerekli. Burada doğsalar da, burada sosyalleşseler de genetik olarak ‘Türk’ olan ikinci, üçüncü ve diğer kuşaklar ile birlikte yaşayacaksınız. Onları tamamen kendinize benzetmek isterseniz; kavga çıkar! İyisi mi biraz da siz onlara benzemeye çalışın.
    Almanya’da yaşayan Türklere de önerim. Almanlar ile ilişkilerde daha rasyonel ve mantıklı olun. Bu sizi daha da geliştirecektir. Ne çok dikbaşlı ne de çok teslimiyetçi olun. Unutmayın ki, siz tarihin hiçbir döneminde sömürge olmamış bir ırkın çocuklarısınız. Birlikte yaşadığınız insanların sizi eritmesine izin vermeyin, ancak kendi içinize dönerek, bulunduğunuz toplumun dışında da yaşamayın.”
    Dokuz yıl önceki yazımdan neden bu kadar uzunca bir alıntı yaptığımı merak edenler olabilir. Üzülerek ifade etmeliyim ki, 1975-78 yılları arasında Türkiye’de kadrolu gazetecilik yaparken yazdığım veya o günlerde yazılan çeşitli haberlere bugün baktığımda, habere konu olan sorunların neredeyse benzer biçimde devam ettiğini görüyorum. Keza Almanya’daki Türklerin sorunları başlığı altında kırk yıl önce yazılan raporlar, yapılan inceleme ve araştırma sonuçlarına bugün baktığınızda o günden bugüne temel sorunların artarak devam ettiğini görüyorum. Dolayısıyla kimi sıfat değişikliklerinin dışında 40 yıl önce yazılanların bugün güncel olmasını çözüm arayışlarını daha ivedi hale getirmesi yönünden önemli buluyorum.
    Kronikleşen sorunların çözümü
    için neler yapmalıyız?

   
    Rahatsızlık veren ya da değiştirilmesinin iyi olacağı düşünülen bir şeye uzun süredir bir çözüm getirilmemişse ve bunun ne kadar süreceği belli olmayacaksa, ya da sürekli devam eden ve tekrarlayan özellikleri bulunuyorsa, o şeye kronikleşmiş ya da müzminleşmiş diyoruz. Almanyalı ya da Avrupalı Türklerin Sorunları bu anlamda kronikleşmiş sorunlardır. Şüphesiz bu boyuttaki bir yazı da konuyu ayrıntıları ile ele almak mümkün görülmese de, 1990 yılından bu yana Batı Avrupa ülkelerinde yaptığım gözlemlere ve çeşitli incelemelere baktığımda , 50 yıla yaklaşan sürede oluşan sorunlara ya uyum sağlama yöntemleri geliştirilmeye çalışıldığını ya da sürekli geçici çözümler arandığını tespit ettim.
    Batı Avrupa ülkelerindeki nüfusumuzun artmasını bir güç göstergesi olarak görenlere katılmıyorum hatta; zorunlu eğitim düzeyinin bile altında kalan, büyük çoğunluğu iş piyasasında rekabet etme şansını giderek yitiren göçmen kökenli bir toplumun nüfus artışının en büyük sorun olduğunu görememenin de ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum.
    Almanya’daki Türk Toplumu olarak mevcut sorunlarımızı alt alta yazsak ve bunların her biri için çözüm önerilerinde bulunsak ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz, çünkü bu öneriler dilek ve temenniden öteye gidemeyecektir. Nitekim bu konularda yapılan akademik çalışmaların yanı sıra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Yurtdışındaki Vatandaşlarımızın Sorunlarını Araştırma üzere kurduğu Meclis Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanan rapor 2003 yılından bu yana ortada durmaktadır. O günden bugüne hangi sorun çözülebilmiştir?
    Yazıya duygu ile akıl arasında kalmak diye başladım. Duygunun tanımını hepimiz az çok biliyoruz. Belki de en iyi bildiğimiz konudur duygu. Peki rasyonel olmanın tanımını biliyor muyuz? Akla dayanan, akılcı, ölçülü ve hesaplı olmak bizim için ne demektir? Hepsinden ötesi bu duygusal yapımızla , çoğunluğu rasyonel olan bir toplumda nasıl var olabiliriz?
   
    Eğitim, Öğretim ve Uyum

   
    Batı Avrupa’daki vatandaş ve soydaşlarımızın sorunlarını tespit etmek üzerine harcadığımız emek ve zamanı düşündüğümde mutsuz oluyorum. Batı Avrupa’da yaklaşık beş milyonluk bir Türkiye kökenli nüfusun bulunduğu ifade ediliyor. Hatta kimi yazarlar bu nüfus için Avrupa’daki ya da Almanya’daki Türkiye başlıklı yayınlar ortaya koyuyor. Örneğin Almanya Federal Cumhuriyeti’nin yaklaşık yüzde onunu yabancılar, yabancıların da yaklaşık yüzde otuzunu Türkiye’den gelenlerin oluşturduğu belirtiliyor. Türkiye kökenlilerin Almanya’daki genel görünüşü ve yarattıkları izlenim ne yazık ki olumsuzdur.
    Eğitim ve öğretimdeki eksiklerimiz, tutum ve davranışlarımızdaki uyumsuzluğumuzla bu olumsuz imajın sorumlularını başkalarına yükleyebilir miyiz? Son yıllarda ailelerin çocuklarının eğitimine yönelik ilgi ve desteklerinde önemli gelişmeler kaydedilmesine rağmen; istatistiklerdeki olumsuz tablo bir türlü düzelmemektedir. Örneğin Almanya’da okula giden vatandaş ve soydaşlarımızın çocuklarının önemli bir bölümü, yaşıtları olan diğer ulusların çocuklarına göre daha alt eğitim veren okullara gitmekte ve bunların büyük bir kısmı da zorunlu eğitimlerini tamamlayamadan okuldan ayrılmaktadır.
    Okuldan temel eğitimlerini bitiremeden ayrılanların yükseköğrenim görmek bir yana, meslek eğitimi şansları da çok kısıtlı hatta imkansızdır. Bu durumdaki gençleri, gelecekte sıkıntılı bir yaşam beklemektedir. Çünkü, temel eğitimini tamamlayamayan ve herhangi bir meslek eğitimi de almamış bulunan gençlerin gelecekte iyi bir iş bulmaları güçtür. Gerekli eğitimi almış olan yaşıtlarıyla iş piyasasında rekabet şansları bulunmamaktadır. Çoğunluğu bu durumda olan gençlerle göç edilen ülkede saygı gören bir toplum olmamız mümkün müdür?
    Hayatın bu gerçeği istatistiklerden de kolaylıkla anlaşılmaktadır. İşsizlerle ilgili veriler açıklandığında yabancıların bütün işsizlerin içinde yüksek bir oranı oluşturduğu, ama işsiz yabancıların içinde Türklerin oranının her yıl daha da arttığı, işsiz ve her hangi bir eğitim almayanların da bu oranın neredeyse tamamına yakın bir kısmını oluşturduğu belirtilmektedir. Yaşanılan toplum içinde bu kadar yüksek bir işsizlikle, sorunlarınızın çözümü için nasıl müzakere edebileceksiniz?
    Eğitimsiz ve işsiz gençlerin suç işlemeye eğilimli oldukları, bunların iş güç sahibi yaşıtlarına göre yüksek bir oranda suça karıştıkları, cezaevlerindeki yabancılar arasındaki en yüksek tutuklu ve mahkum oranının Türkiye kökenlilerden oluştuğu gerçeği ile de doğrulanıyor. İstatistiklere yansıyan olumsuzlukların olumluya çevrilebilmesi için, tek yolun eğitim, öğretim ve uyum çabaları olduğu gerçeği ortada durmaktadır.
    Şimdi bu yazıyı okuyan iyi eğitimli kesimin bir bölümü beni karamsar ve genelleyici yazmakla eleştirebilirler. Başarılı olan kesimi neden görmezden geliyorsunuz diyebilirler. Türkiye’den Batı Avrupa’ ya yönelik işgücü göçü zaman içinde kendi aydınlarını ve başarılı insanlarını üretti. Özellikle son yıllarda eğitim çağındaki gençlerimizden, üniversitelerdeki akademisyenlerimizden ve iş dünyasındaki girişimcilerimizden örnek alınacak, göçmen kökenlileri yüreklendirecek olumlu gelişmeler olduğunu da biliyorum. Çoğu zaman bu başarı örneklerini gündeme getiren çabalarda da bulunmaktayım. Ancak zorunlu eğitim süresini dahi tamamlayamadan okul dışına itilen, eski adıyla sonderschule denilen okullara yönlendirilen, mesleki, teknik eğitime yönlendirildiği halde gitmeyen, ya da başarısız olan, aile veya çevre desteği olmadığı için olumsuzluklara sürüklenen ya da potansiyel olarak bu tehditle yaşamak zorunda kalanlarımızın durumunu görmezden gelebilir miyiz?
    Yazının genelinde söz ettiğim olumsuzluklar çok küçük bir kesim için geçerli olsa bile göçmen kökenliler olarak bunları kendi kariyerimiz, başarımız ve geleceğimiz için çözülmesi gereken büyük bir sorun olarak görmemiz gerekmekte. Hatta farklı ulusların, farklı etnik kökenli göçmenlerin yaratacakları olumsuzlukların da bizi dolaylı olarak etkileyeceğinin farkında olarak göçmenlerin eğitimi, öğretimi ve uyumu için çaba göstermeli, düşünce geliştirmeliyiz.
    Peki ne yapmalıyız diye soranlara uzmanı olduğum bir konu ve yıllarca hizmet verdiğim bir alanla ilgili bilgi vermek istiyorum. Ancak bu sayıda bana ayrılan yeri fazlasıyla kullandım. Kısmetse önümüzdeki sayıların birinde Türkçe bilenlerin eğitim ve öğretim düzeyini geliştirecek, bulundukları ülke eğitim sisteminde başarısız olanlar kadar başarılı olanların dahi ilgi göstereceği eğitim ve öğretim fırsatlarından söz edeceğim. Almanyalı Türkler başta olmak üzere Yurtdışında yaşayan Türklerin eğitim düzeyinin en az sekiz yıl olması mümkündür. Sekiz yıllık diploma sahibi olanların en az yarısı on iki yılı tamamlayabilir. Onların da en az yarısı iki yıllık ya da dört yıllık akademik eğitim görebilir. Bu konunun ayrıntıları Die Gaste’ nin gelecek sayılarında.
   

18.12.2009